ATOMUN
TARİHÇESİ
Antikitede ve Ortaçağda Madde Anlamı
ve Atom teorisi
İnsanoğlu en
eski çağlardan itibaren maddenin menşeini ve mahiyetini izah etmeğe
çalışmıştır. Eskilerde kâinattaki her şeyin bir tek ana maddeden (prensipten)
geldiği fikri vardı. Bu sebeple eskilerin ve bu arada bilhassa eski Yunan
filozoflarının başlıca çalışmalarını kâinatın sonsuz karışıklığını az sayıda
ana maddeye irca etmek teşkil eder. Eski Yunan ve Avrupa felsefesinin babası
olup Yunan Ege Okulunun kurucusu olan Milet'li THALES (M.Ö. 640-546), her şeyin
sudan geldiğini farzediyordu. Şüphesiz Thales'e göre mevcut olan şey, sis, su
ve toprak şekillerini alabilmelidir. Thales ana madde olarak suyu almakla,
akıcılık özelliğinde kâinatın esas vasfını düşünmüş ve bu vasfın mütemadi
şekilde değişmesiyle de maddenin gaz, likid ve solid gibi üç ayrı fiziksel
halinin meydana gelebileceğini ifade etmek istemiştir. Milet Okulundan ve
Thales'in talebesi ANAXIMANDROS'a göre her şeyin menşei olan ana madde müşahhas
bir şey olarak düşünülmemelidir; onun bir tek vasfı vardır ki o da sonsuz ve
sınırsız oluşudur. Anaximandros'un bu düşüncesi asrımıza kadar fizikte yer
almış bulunan uydurma «esîr» mefhumunun ilk tezahürüdür. Anaximandros'un
memleketlisi ve talebesi ANAXIMENES (M.Ö. 585-525 tahminen) için bu ana madde
hava, Ege Okulundan Efesli HERACLITUS (M.Ö. 490-430) için ise ateştir. Sonradan
bir tek ana madde ile bir çok şeyin
imkansızlığı karşısında bu tek prensip yerine dualist sistem ikame
edilmiştir. Bu sisteme göre, her şey iyilikle kötülük, sevgi ile nefret gibi
birbirine zıt iki prensibin karşılıklı birleşmesiyle meydana gelir. Şüphesiz bu
da yeter olmayınca Sicilyalı EMPEDOCLES (M.Ö. 490-430) Ege Okulunun tek ana
maddesi yerine dört madde düşünür: toprak, su, hava, ateş ve bunların yanında
iki semevî kuvvet olan sevgi ve nefret her şeyin temelini teşkil eder. Sevgi
unsurları birleştirir; nefret ise bunları birbirinden ayırır. İleride
görüleceği gibi, Empedocles'in bu fikirleri Aristo tarafından da benimsenmiş ve
hakikattan uzak olmakla beraber Ortaçağda mühim rol oynamıştır.
Menşei
bu şekilde tasavvur edilen maddenin tanecikli bir yapıda olduğu fikri ise en
eski bilgilerimizdendir. Filhakika Milâttan önce 1100 yılında Sayda
filozoflarının, maddenin bölünemez gayet küçük parçacıklardan kurulmuş
olduklarını düşündükleri hakkında işaretler vardır. Yine Milâttan 500 yıl önce
Hintli filozof KANADA, maddenin her yönde daimî surette harekette bulunan pek
küçük taneciklerden kurulduğunu ve bunların basit olduğunu, zira maddenin
sonsuz bir şekilde bölünemiyece-
ğini ortaya atmıştır.
Yunan
atom teorisi Miletli LEUCIPPUS (M.Ö. 430 tahminen) ve bilhassa talebesi
DEMOCRITUS (M.Ö. 470-400 tahminen) tarafından kurulmuş, Sisamlı EPICURUS (M.Ö.
306) ve antikitenin en dikkate değer materyalist sistemiyle De Natura Rerum'un
(eşyanın mahiyeti hakkında) müellifi Lâtin şair ve fizikçisi LUCRETIUS (M.Ö.
90-95) tarafından devam ettirilmiştir. Bunlara göre madde ancak bir merhaleye
kadar bölünebilir. Artık bölünmesi mümkün olmayan son bölünme kısmına da
Epikurus, Yunancada bölünemez anlamına gelen Atomos'dan Atom adını vermiştir.
Atomlar sert ve doludurlar. Bir cisim bunların birleşmesi ile vücut bulur,
ayrılmasa ile de mahvolur. Atomlar hareketlidirler ve çarpışmaları neticesinde
ısı meydana gelir. Atomların birbirleriyle birleşme tarzından cisimlerin gaz,
likid ve solid halleri meydana gelir.
ARISTO
(M.Ö. 384-321), tabiat hakkındaki sezgisel bilgisi pek derin bir dâhi olmakla
beraber maddenin hakikî mahiyetini kavrayamamıştır. Onun fikrince hakikatte
madde yoktur. Eşyayı ancak özellikleriyle tanıyabildiğimize ve bunlarla
farklılandırabildiğimize göre, ancak bu özellikler prensip yahut element olarak
düşünülebilir. Yani elementler ayrı ayrı özelliklerden ibarettir. Aristo her
şeye uygun gelen özellikler araştır-mış ve bunların sıcak ve soğuk, kuru ve
yaşta bulunduğunu sanmıştır. Bunlar ikişer ikişer birleştirildiklerinde altı
çift elde edilir. Fakat bunlardan soğukla sıcak ve kuruyla yaş birbirinin zıttı
olduğu için yok edilir ve neticede dört tane kalır. Soğuk ve yaş suyu (likid
olan şey), soğuk ve kuru toprağı (solid olan şey), yaş ve sıcak havayı (gaz
olan şey), kuru ve sıcak ateşi (yanan şey) teşkil eder. İşte ortaçağda pek
büyük bir rol oynamış olan Aristo'nun dört element teorisinin menşei budur.
Şüphesiz bunlar bugünkü manâda birer element değildirler. Zira bugünkü manâda
bir element, başka cisimlerin birleşiminde bulunan cisimlerdir. Aristo'nun
elementleri ise, muayyen ve temel özellikleri gösteriyordu. Böyle bir felsefe
yardımıyla herhangi bir olayın sayı ile ve ölçü ile ifadesi mümkün değildi.
Ortaçağda
(476-1453) Şark simyacıları Aristo'nun dört elementine cıva, kükürt ve tuz gibi
üç element daha ilâve ederler. Yalnız bunlarla bugün aynı adı taşıyan cisimler
arasında hiçbir münasebet yoktur. Bunlar cisimlerde az çok bulunurlar. Kükürt,
cisme ateşte bozulabilme ile rengini ; cıva, metalik manzara ile eriyebilmeyi ;
tuz da, lezzeti ve çözünebilmeyi verir.
Ortaçağ,
ortaya atılan bu saçma teorilerden dolayı ilim tarihinde karanlık bir devre
olarak yer almıştır.
İlmi
bütün bunlardan ilk defa kurtaran ve kimyasal elementin modern mânasını ilme
sokan ROBERT BOYLE (1626-1691) olmuştur. Boyle denel temelden yoksun bir
hipotezi kabul etmeyi kesin olarak reddetmiştir. Boyle, madde kavramıyla
düşünen bir bilgindir. Ona göre elementleri özellik olarak değil madde olarak
almak lâzımdır. Element demek, sadece daha basit maddelere ayrılamayan madde
demektir. Öteki cisimler bunların bileşikleridir. Bu bakımdan Boyle'a ilk
kimyacı gözüyle bakılabilir. Boyle bir atomistikçidir. Fakat henüz kantıtatif
kimya çağına girilmemiş olduğundan bir çok düşünceleri felsefî mahiyette
kalmıştır. Bununla beraber, Boyle'un araştırmaları tesadüfün mahsulü şeyler
değildir. The Sceptical Chemist adlı eserinden de anlaşıldığı gibi, bunlar
düşünülmüş ve muhakeme edilmiş işlerdir.
Boyle
sayesinde neticeye epeyce yaklaşılmış iken XVIII. Yüzyıl kimyacıları, mevcut
vakâları hiç düşünmeden ve üstelik bunlarla çelişme halinde olmasına rağmen
eski Yunandan kalma bir zihniyet mirasıyla genel fikirler başvurmuşlardır.
XVIII. Yüzyıl STHAL'ın flogiston devridir. Bu teoriye göre, her yanıcı cisim,
biri yanıcı olmayan sabit bir madde ile (kül, toprak) öteki yanıcı bir prensip
yani flogiston yahut flogistikten ibarettir. Flogiston maddî birleşim
bakımından çok yanlıştır ; bizi element ve birle-şik cisim hakkında yanlış
düşüncelere götürür. Meselâ metaller birleşik, oksitler ise basit cisimlerdir.
Üç çeyrek yüzyıl zarfında kimyaya hâkim olan bu teori, element mefhumunun
gelişmesine hiç de müsait değildi ; zira maddenin temel özelliği olan kütleyi
hiç göz önüne almıyordu.
Yeni
kimyanın kurucusu büyük âlim LAVOISIER ile kantitatif kimya çağı doğmuş ve
flogiston teorisi ortadan kalkmıştır. Lavoisier ile madde gerçek manâsını almış
ve elementin kantitatif tarifi verilmiştir. Lavoisier için element, eldeki
vasıtalarla ayrıştırılamayan cisimdir.
Ancak
maddenin gerçek anlamı anlaşıldıktan ve elementin gözlem ve denemeye uygun
doğru bir tarifi verildikten sonradır ki modern atomistik'in doğuşu
beklenebilirdi ve gerçekten de öyle olmuştur.
Yeni Atom Teorisi
Eskilerin
atomistik kavrayışıyla bugünkü arasında büyük fark vardır. Eskisi tamamiyle
felsefîydi ve hiçbir deneye dayanmıyordu. Halbuki bir teorinin deneye ve
gözleme dayanması lâzımdır. Bir teori mevcut vakâları tarif ve aralarındaki
bağları tayin ettiği ve yeni vakâları önceden tahmin edebildiği takdirdedir ki
ilmî bir mahiyet alır.
Eskiler
göze çarpan vakâlara bakmaksızın, içinde mantık çelişmeleri bulunmamak şartı
ile genel prensipler kurmaya çalışmışlardır. Eskiler uzun yıllar maddenin
gerçek anlamını anlamaya bir türlü yanaşmamışlardır. Hatta bazı müellifler,
eski Yunan filozoflarının kâinatı bir ilim adamı gibi değil, bir şair gibi
temaşa ettiklerini söyler ve bunun sebebini o vakitler el işlerinin âdi
işlerden addolunduğu için âlim ve filozofların bu işlere tenezzül etmemesinde
bulurlar (*). O halde hiçbir denel temele dayanma-yan ve tamamiyle
felsefî olan düşünceleri ve bu arada atom kavramları bilgilerimiz üzerinde
hiçbir rol oynamamıştı denilebilir. Üstelik Democritus'un atomları sert, tarif
olarak bölünemez (atomos = bölünemez) ve esas itibariyle de doludurlar. Halbuki
bugün biz atom için, içinde karışık bir teşkilât, karışık kuvvet alanları, daha
küçük tanecikler ve bunların arasında büyük boşluklar bulunan bir yapı tasavvur
ediyoruz.
(*)
Adnan Adıvar, İlim ve din
Atom
ve molekül kavramlarının bugünkü mânasıyla ilimde yer alabilmesi için aşağı
yukarı iki bin sene geçmiştir. BERNOULLI (1738) de, gazların birbirinin aynı,
daimî surette harekette bulunan fakat uzak mesafe-lerde birbirine tesir etmiyen
küçük taneciklerden yapılmış olduklarını bunların bulundukları kabın
kenarlarına çarpmalarından basıncın husule geldiğini izah etmiş ve bu suretle
de gazların kinetik teorisinin temelini atmıştır.
Atomistik'in
ilmî hüvviyetiyle ilimde yer alabilmesi, tereddütsüzce söylenebilir ki, kimyacılar
sayesinde mümkün olmuştur. Bizim için modern atom teorisinin baş kurucusu,
kimyanın ilerlemesinde büyük rolü olan JOHN DALTON (1808)'dur.
Lavoisier
tarafından modern kimyanın temelleri atıdıktan sonra Dalton, zamanında bilinen
kimya kanunlarını (Dalton'un artan oranlar, GAY-LUSSAC'ın gazlar ve PROUST'un
sabit oranlar kanunlarıdır) izah edebilmek için atom bilgisine kesin bir anlam
vermiştir. «New System of Chemical Philosophy» adlı değerli eserinde atom
teorisinin esaslarını izah etmiştir. Bu teorinin esası şöyledir: Bütün kimyasal
elementler gayet ufak taneciklerden yani atomlardan kurulmuştur. Atomlar
kimyasal reaksiyon-larda bölünmeksizin kalırlar. Bir elementin aynıdır ve
hususiyle aynı kütleye maliktir. Halbuki çeşitli elementlerin atomları
farklıdır. Kimyasal bileşikler, kendilerini kuran elementlerin atomlarından
meydana gelmişler-dir. Bunların belli sayıda birleşmesinden moleküller meydana
gelir. Bu şekilde ifade edilen atom hipotezi sabit oranlar kanununu pek iyi
izah ediyordu.
Dalton'un
eseri daha sonra bir çok bilginler tarafından geliştirilerek devam
ettirilmiştir. Yaklaşık bütün gazlara uygulanabilen Boyle-Mariotte ve
Gay-Lussac kanunlarını izah edebilmek için AVOGADRO ( 1811) da, kendi adını
taşıyan hipotezini ifade etmiştir. Bu hipoteze göre: «Aynı temperatur ve basınç
şartlarında çeşitli gazların eşit hacimlerde daima eşit sayıda molekül bulunur.
» Bu hipotezin, daha doğrusu bu kanunun önemine AMPÈRE tarafından da işaret
edilmiştir.
0°C
da ve 760 mm cıva basıncında gaz halinde 22,4 litrede mevcut molekül sayısına
Avogadro Sayısı adı verilmiş ve "N" harfiyle gösterilmiş-tir. O halde
bütün saf cisimlerin birer molekül gramlarında daima Avogadro sayısı kadar
molekül bulunduğu gibi basit cisimlerin birer atom gramlarında da Avogadro
sayısı kadar atom vardır.
Avogadro
ve Ampère'in fikirleri atom teorisine ilmî bir mahiyet vermiş ve çok önemli
olan Avogadro sayısı sabitinin bir yüzyıl sonra ölçülmesiyle de atomistik'in
parlak bir gerçekleşmesi sağlanmıştır.
Maddenin
atom hipotezine dayanan ve bu teorinin lehine kaydedilen bu önemli neticeler,
atomların mevcudiyetlerinin doğrudan doğruya denel bir gerçekleşmesini
verememekteydi. Bu husustaki denemeler ise gayet yavaş olmuştur. Bunlardan ilki
JEAN PERKIN (1909) tarafından yapılmış olup Avogadro sayısı için 6.10²³ e yakın
bir değer bulunmuştur. Bulunan bu değerle, gazların kinetik teorisinden elde
edilen değer arasındaki uyarlık, yalnız kinetik teorinin temel hipotezlerinin
doğruluğunu değil, moleküllerin varlığının da parlak bir delilini vermiştir.
Bilhassa şu son yarım yüzyıl içinde maddenin yapısına dair olan başka
denemelerle teorik düşünceler atom ve moleküllerin gerçek birer varlık olduklarını
hiçbir şüpheye yer bırakmayacak bir şekilde ispat etmiştir. Daha 1910 dan
itibaren cisimlerin birer molekül gramlarında aynı sayıda molekülün bulunduğu
birbirinden tamamıyla farklı çeşitli metodlarla meydana konulmuş ve bunlar hep
aynı mertebeden değerler vermişlerdir.
Bugün
Avogadro sayısı için
N = (6,02308 ± 0,00036) x 1023
(g mol)-1
değeri kabul
edilmektedir. Ekseriya 6,02 X 1023 değeri de alınır.
Atomun Fiziksel yapısı
Atomun yapısı
hakkında ilk denel bilgi ERNEST RUTHERFORD tarafından, 1911 de, alfa
partiküllerinin katı cisimlerden geçişleri sırasında uğradıkları sapmaların
keşif ve izahı sayesinde mümkün olmuştur. Bu suretle bir atomun, merkezde
atomun bütün kütlesini, gayet küçük ve pozitif elektrik yüklü bir çekirdekle
bunun etrafında ve çekirdeğin yükünü nötralleştirecek sayıda elektronun
dönmekte oldukları modeli verilmiştir. Eğer bir atomun çekirdeği dışındaki
elektronların sayısı Z ise, bir elektronun yükü e olduğuna göre çekirdeğin
pozitif yükü Z e dir. Bir atomun karakteristiği olan Z ye o atomun ait olduğu
elementin atom numarası denmiştir. Daha 1869 da MENDELEYEFF, elementlerin
fiziksel ve kimyasal özelliklerindeki benzerlikleri göz önüne alarak
elementlerin atom tartılarına göre sıralandıklarında, özelliklerinin periyodik
bir tarzda tekrarlandığını görmüş ve bu gün de kendi adını taşıyan,
elementlerin periyodik sistemini kurmuştur. Uzun zaman bu devriliğin mahiyeti
anlaşılamamıştır. Fakat X ışınları spektrumu MOSELEY kanunu sayesinde (1913)
elementlerin sıralanmalarının atom ağırlıklarına göre değil, atom
ağırlıklarıyla beraber giden fakat onu her yerde takip etmeyen atom numarasına
dayandığı denel olarak meydana konulmuştur. Bir elementin Z si aynı zamanda
onun periyodik sistemdeki yer numarasıdır.
Rutherford'un
atom modeli bazı itirazlara uğramıştır. Gerçekten de bu atom modeli klâsik
elektromangetik teorilere göre kararsızdır. Çünkü elektronların çekirdek
etrafında dönmeleri lâzımdır, aksi taktirde pozitif olan çekirdek üzerine
düşmeleri icap eder. Diğer taraftan, elektronlar döndükleri taktirde enerji
kaybederler, bunun neticesi ise yörüngeleri gittikçe küçüleceğinden nihayet
çekirdeğin üzerine düşmeleri lâzım gelecektir. Rutherford teorisini bu
çıkmazdan NIELS BOHR kurtarmıştır (1913). Bohr, MAX PLANCK'ın 1900 de enrejinin
süreksiz bir tarzda quantum şeklinde alınıp verildiğini ifade eden quantum
teorisine dayanmak suretiyle Rutherford atom modelini bazı postulat'larla
tamamlamıştır. Böylece Rutherford-Bohr atom modeli meydana gelmiştir.
Bu
atom modeliyle başta hidrojenin olmak üzere bazı elementlerin spekturumlarıyla
Rydberg sabitinin menşei izah edilmekle beraber bir çok denel neticeler izah
edilemediği gibi Bohr postulat'larının biraz sunî olduğu da meydana çıkmıştır.
Bu model daha sonra SOMMERFELD atom modeli ile tamamlanmak istenmiştir. Bohr
atom modelindeki elektronların dairesel yörüngeleri yanında eliptik
yörüngelerin de bulunduğu düşünülmüştür. Gerek bu model ve gerekse
elektronların hareketlerine izafiyet düzeltilme-sini de ilâve etmekle beraber
spekturumların tam izahı mümkün olamamıştır.
GOUDSMIT
ve UHLENBECK, 1924 de, elektronun çekirdek etrafındaki hareketinden başka kendi
etrafında da döndüğü (spin) hipotezini ortaya atmışlardır. Bu hipotez çok
verimli neticeler sağlamış ve tayfların tam olarak izahı da mümkün olmuştur.
PAULI,
1925 de, kendi adını taşıyan exclusion prensibi sayesinde bir atomun çekirdek
dışı elektronlarının dağılımının aritmetiğini ve elementle-rin periyodik
sisteminin anahtarını vermiştir.
Bu
gün bir atomun çekirdek dışı hakkındaki bilgilerimiz bilhassa dalga ve quanta
mekanikleri sayesinde tamdır. Atomun kabuğunu ilgilendi-ren bütün özelliklerin
izahı mümkündür. Dalga mekaniği, ışığın mahiyeti hakkında uzun zamandır mevcut
olan dalga ve korpüsküler paradoksal hale son vermek için 1923 de LOUIS DE
BROGLIE tarafından kurulmuş ve bilhassa SCHRÖDINGER tarafından
geliştirilmiştir. Quanta mekaniği ise HISENBERG tarafından kurulmuş ve BORN,
JORDAN, DIRAC tarafından geliştirilmiştir.
Dalga
mekaniğinde, harekette bulunan bir taneciğe bir faz dalgasının refakat ettiği
kabul edilir. Bu netice hızlandırılmış elektronları muhtelif billûrlar üzerine
göndermek suretiyle önce DAWISSON ve GERMER ; sonra G.P. THOMSON ve daha sonra
da PONTE tarafından denel olarak ispat edilmiştir.
Atomun
yapısı hakkındaki bilgilerimizin gelişmesi üzerine KOSSEL (1910),
LEWIS-LANGMUIR ve başkalarının çalışmaları sayesinde «valans (değerlik)»
kavramı izah şeklini bulmuş ve bu sayede bilhassa organik kimyanın büyük
gelişmesi sağlanmıştır.
Atom
için olduğu gibi çekirdek için de bir yapı araştırılmıştır. İnsanoğlu daima
kâinatın sonsuz karışıklığını az sayıda prensibe irca etmeye çalışmıştır.
Eskiden beri bütün cisimlerin müşterek bir tipten teşekkül oldukları hakkında
hipotezler ileriye sürülmüştür. Daha 1815 de İngiliz doktoru PROUT, çeşitli
elementlerin, en basit element olan hidrojen atomlarının yoğunlaşmasından
teşekkül etmiş oldukları hipotezini ileriye sürmüştür. Bu hipoteze göre esasta
madde birliği vardır ve temel madde de hidrojendir. Bu hipotez doğru ise,
cisimlerin atom ağırlıklarının hidrojenin-kinin tam katı olması lâzımdır.
Prout'un bu tam sayılar hipotezi bazı elementlere uyuyor, bir çoklarına ise
hiçbir suretle uymuyordu. Meselâ atom ağırlığı 35,46 olan klor bunun tipik bir
misâliydi. Bu sebepten Prout hipotezi ifade edildiği devirde kabul
edilmemiştir.
J.J.
THOMSON ve ASTON (1919), kütle spektrografı metoduyla yaptıkları denemeler
neticesinde, o zamana kadar basit olarak düşünülen bir çok cisimlerin gerçekte
atom ağırlıkları farklı cisimlerin karışımı olduklarını meydana koymuşlardır.
Bu suretle daha önce radioelementler hakkında SODDY'nin bulmuş olduğu izotopluk
kavramı âdi elementler halinde de meydana konulmuştur. Bu izotoplar
çekirdeklerinde aynı sayıda proton içerirler. Yani Z leri aynıdır Mendeleyeff
cetvelinde aynı yeri işgal ederler, kimyasal özellikleri aynıdır, ancak
fiziksel özellikleriyle fark edilirler. O halde izotop atomlarının
çekirdeklerinde aynı sayıda protona karşılık farklı sayıda nötron vardır.
Böylece klorun 35,46 atom tartısı bir ortalama atom tartısıdır ve atom
tartıları 36 ve 37 olan iki izotopun 3/1 oranında karışımından ibarettir.
İzotopları atom tartılarının tam sayılara eşit olmasının ispatıyla, Prout'un
tam sayılar hipotezi yüzyıl sonra denel olarak gerçekleşmiştir. Klor halinde Z
= 17 dir. O halde atom tartısı 35 olan klor çekirdeğinde 17 proton ve 35 - 17 =
18 nötron ; 37 izotopunda ise 17 proton ve 37 - 17 = 20 nötron olacaktır.
Atomlar nötr olduklarından, bunların çekirdek dışlarında da 17 şer elektronları
bulunur. Çekirdeklerin kütleleri proton ve nötronunkinin tam katlarından ibaret
olmalıdır. Halbuki çekirdeklerin kütleleri, kendilerini teşkil eden proton ne
nötronların kütleleri toplamından, pek az da olsa, daima daha küçük
bulunmuştur. Bu kütle noksanlığının, tanecikler birleşirken Einstein'ın E
= mc2 ilişkisine göre bir miktar enerji
kaybetmelerinden ileri geldiği tespit edilmiştir. Bir çekirdeğin sağlamlığının
bu kütle noksanlığının fazlalığıyla arttığı görülmüş ve çekirdekler buna göre
bir sınıflandırmaya tabi tutulmuştur. Ağır ve çok hafif çekirdeklerin kararsız,
orta ağırlıktakilerin ise en sağlam oldukları görülmüştür. Nitekim çok ağır
atomlu olan çekirdekler tabiî radioaktiftir ve kendiliklerinden parçalanırlar.
PERİYODİK
DİZGE
19.
yüzyıl başlarında kimyasal çözümleme yöntemlerinde hızlı gelişmeler
elementlerin ve bileşiklerin fiziksel ve kimyasal özelliklerine ilişkin çok
geniş bir bilgi birikimine neden oldu. Bunun sonucunda bilim adamları
elementler için çeşitli sınıflandırma sistemleri bulmaya çalıştılar. Rus
kimyacı Dimitriy İvanoviç Mendeleyev 1860'larda elementlerin özellikleri
arasındaki ilişkileri ayrıntılı olarak araştırmaya başladı ; 1869'da,
elementlerin artan atom ağırlıklarına göre dizildiklerinde özelliklerinin de
periyodik olarak değiştiğini ifade eden periyodik yasayı geliştirdi ve
gözlemlediği bağlantıları sergilemek için bir periyodik tablo hazırladı. Alman
kimyacı Lothar Meyer de, Mendeleyev'den bağımsız olarak hemen hemen aynı
zamanda benzer bir sınıflandırma yöntemi geliştirdi.
Mendeleyev'in
periyodik tablosu o güne değin tek başına incelenmiş kimyasal bağlantıların pek
çoğunun birlikte gözlemlenmesini de olanaklı kıldı. Ama bu sistem önceleri pek
kabul görmedi. Mendeleyev tablosunda bazı boşluklar bıraktı ve bu yerlerin
henüz bulunmamış elementlerle doldurulacağını ön gördü. Gerçekten de bunu
izleyen 20 yıl içinde skandiyum, galyum ve germanyum elementleri bulunarak
boşluklar doldurulmaya başlandı.
Mendeleyev'in
hazırladığı ilk periyodik tablo 17 grup (sütun) ile 7 periyottan oluşuyordu ;
periyotlardan, potasyumdan broma ve rubidyumdan iyoda kadar olan elementlerin
sıralandığı ikisi tümüyle doluydu ; bunun üstünde, her birinde 7 element
bulunan (lityumdan flüora ve sodyumdan klora) iki kısmen dolu periyot ile
altında üç boş periyot bulunuyordu. Mendeleyev 1871 de tablosunu yeniden
düzenledi ve 17 elementin yerini (doğru biçimde) değiştirdi. Daha sonra Lothar
Meyer ile birlikte, uzun periyotların her birinin 7 elementlik iki periyoda
ayrıldığı ve 8. gruba demir, kobalt, nikel gibi üç merkezi elementin
yerleştirildiği 8 sütunluk yeni bir tablo hazırladı.
Lord
Rayleigh (Jonh William Strutt) ve Sir William Ramsay'in 1894 den başlayarak
soygazlar olarak anılan helyum, neon, argon, kripton, radon ve ksenonu
bulmalarından sonra, Mendeleyev ve öbür kimyacılar periyodik tabloya yeni bir
"sıfır" grubunun eklenmesini önerdiler ve sıfırdan sekize kadar olan
grupların yer aldığı kısa periyotlu tabloyu geliştirdiler. Bu tablo 1930'lara
değin kullanıldı.
Daha
sonraları elementlerin atom ağırlıkları yeniden belirlenip periyodik tabloda
düzeltmeler yapıldıysa da, Mendeleyev ile Meyer'in 1871 deki tablolarında
özelliklerine bakılarak yerleştirilmiş olan bazı elementlerin bu yerleri, atom
ağarlıklarına göre dizilme düzenine uymuyordu. Örneğin argon - potasyum, kobalt
- nikel ve tellür - iyot çiftlerinde, birinci elementlerin atom ağırlıkları
daha büyük olmakla birlikte periyodik sistemdeki konumları ikinci elementlerden
önce geliyordu. Bu tutarsızlık atom yapısının iyice anlaşılmasından sonra
çözümlendi.
Yaklaşık
1910'da Sir Ernest Rutherford'un ağır atom çekirdeklerin- den alfa parçacıkları
saçılımı üzerine yaptığı deneyler sonucunda çekirdek elektrik yükü kavramı
geliştirildi. Çekirdek elektrik yükünü elektron yüküne oranı kabaca atom
ağırlığının yarısı kadardı. A. van den Broek
1911'de, atom numarası olarak tanımlanan bu niceliğin elementin
periyodik sistemindeki sıra numarası olarak kabul edilebileceği görüşünü ortaya
attı. Bu öneri H.G.J. Moseley'in pek çok elementin özgün X ışını tayf çizgi-
lerinin dalga boylarını ölçmesiyle doğrulandı. Bundan sonra elementler
periyodik tabloda artan atom numaralarına göre sıralanmaya başladı. Periyodik
sistem, Bohr'un 1913'te başlattığı atomların elektron yapıları ve tayfın kuvantum
kuramı üzerindeki çalışmalarla açıklığa kavuştu.
Periyotlar. Periyodik sistemin bugün kullanılan
uzun Periyotlu biçiminde, doğal olarak bulunmuş ya da yapay yolla elde edilmiş
olan 107 element artan atom numaralarına göre yedi yatay periyotta sıralanır ;
lantandan (atom numarası 57) lütesyuma (71) kadar uzanan lantanitler dizisi ile
aktinyumdan (89) lavrensiyuma (103) aktinitler dizisi bu periyotların altında
ayrıca sıralanır. Periyotların uzunlukları farklıdır. İlk periyot hidrojen
periyodudur. Ve burada hidrojen (1) ile helyum (21) yer alır. Bunun ardından
her birinde 8 element bulunan iki kısa periyot uzanır. Birinci kısa periyotta
lityumdan (3) neona (10) kadar olan elementler, ikinci kısa periyotta ise
sodyumdan (11) argona (18) kadar olan elementler yer alır. Bunları, her birinde
18 elementin bulunduğu iki uzun periyot izler. Birinci uzun periyotta
potasyumdan (19) kriptona (36), ikinci uzun periyotta rubidyumdan (37) ksenona
(54) kadar olan elementler bulunur. Sezyumdan (55) radona (86) kadar uzanan 32 elementlik çok
uzun altıncı periyot, lantanitlerin ayrı tutulmasıyla 18 sütunda toplanmıştır
ve özellikleri birinci ve ikinci uzun periyottaki elementlerinkine çok benzeyen
elementler bu elementlerin altında yer alır. 32 elementlik en son uzun periyot
tamamlanmamıştır. Bu periyot ikinci en uzun periyottur ve atom numarası 118
olan elementlerle tamamlanacaktır.
Gruplar. Helyum, neon, argon, kripton, ksenon
ve radondan oluşan altı soy gaz, tümüyle dolu altı periyodun sonunda yer alır
ve bunlar periyodik sistemin 0 grubunu oluştururlar. Lityumdan flüora ve
sodyumdan klora kadar uzanan ikinci ve üçüncü periyottaki yedişer element ise
sırasıyla I., II., III., IV., V., VI., VII. grupları oluştururlar. Dördüncü
periyotta yer alan, potasyumdan broma kadar sıralanan 17 elementin özellikleri
farklıdır. Bunların periyodik sistemde 17 alt grup oluşturdukları
düşünülebilir, ama bu elementler geleneksel olarak 15 alt grupta toplanırlar ve
demir, kobalt, nikel ve bundan sonraki periyotta benzer özellikte olan elementler
tek bir grupta, VIII. Grupta yer alırlar. Potasyumdan (19) manganeze (25) kadar
olan elementler sırasıyla Ia, IIa, IIIa, IVa, Va, VIa, VIIa alt gruplarında,
bakırdan (29) broma (35) kadar olan elementler de Ib, IIb, IIIb, IVb, Vb, VIb,
VIIb, alt gruplarında toplanırlar.
I.
grup alkali metaller grubudur ; lityum ve sodyumun yanı sıra potasyumdan
fransiyuma kadar inen metalleri kapsayan bu grup, farklı özelliklere sahip Ib
grubu metallerini içermez. Aynı biçimde, berilyumdan radyuma kadar inen
elementleri kapsayan II. grup toprak alkali metallerdir ve IIb grubundaki
elementleri kapsamaz. III. grubu oluşturan bor grubu elementlerinin
özellikleri, IIIa grubunun mu yoksa IIIb grubunun mu, bu grupta yer alacağı
sorusuna kesin bir yanıt getirmez, ama çoğunlukla IIIa grubu elementleri bor
grubu olarak düşünülür. IV. grubu karbon grubu elementleri oluşturur ; bu grup
silisyum, kalay, kurşun, gibi elementleri kapsar. Azot grubu elementleri V.
grupta toplanmışlardır. VI. grup oksijen grubu elementlerinden, VII. grup ise
halojenlerden oluşur.
Hidrojen
elementi bazı tablolarda Ia grubunda gösterilmekle birlikte kimyasal
özellikleri alkali metallere ya da halojenlere çok benzemez ve elementler
arasında benzersiz özelliklere sahip tek elementtir. Bu nedenle hiç bir grubun
kapsamında değildir.
Uzun
periyotların (4., 5. Ve 6. periyotlar) orta bölümünde yer alan IIIb, IVb, Vb,
VIIb, Ib gruplarındaki ve VIII. gruptaki 56 elemente geçiş elementleri denir.
Bir Periyotta Soldan Sağa Doğru
Gidildikçe ;
a) Atom no, kütle no, proton sayısı,
atom kütlesi, nötron sayısı, elektron sayısı, değerlik elektron sayısı artar.
b) Atom çapı ve hacmi küçülür.
c) İyonlaşma enerjisi artar.
d) Elektron ilgisi ve elektronegatifliği
artar. (8A hariç)
e) Elementlerin metal özelliği azalır,
ametal özelliği artar. (8A hariç)
f) Elementlerin oksitlerinin ve
hidroksitlerinin baz özelliği azalır, asitlik özellik artar. (8A hariç)
g) Elementlerin indirgen özelliği
azalır, yükseltgen özelliği artar. (8A hariç)
Bir Grupta Yukarıdan Aşağıya Doğru
İnildikçe ;
a) Proton sayısı, nötron sayısı,
elektron sayısı, çekirdek yükü, Atom no, Kütle no artar.
b) Atom çapı ve hacmi büyür.
c) Değerlik elektron sayısı değişmez.
d) İyonlaşma enerjisi, elektron ilgisi
ve elektronegatiflik azalır.
e) Elementlerin metal özelliği artar,
ametal özelliği azalır.
f) Elementlerin, oksitlerin ve
hidroksitlerin baz özelliği artar, asit özelliği azalır.
g) Elementlerin indirgen özelliği artar,
yükseltgen özelliği azalır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder